Henry Miller “Big Sur”

Bayan Arıza tarafından 29 - Nisan - 2011 tarihinde yazıldı.

On bir yıl önce Big Sur'u keşfettiğimde buradaki topluluğun yaşantısının beni hiç ilgilendirmediğini itiraf etmeliyim. Birkaç bin metre kareye yayılmış yüz kadar insandan oluşmuş bu topluluğun farkında bile değildim. Benim topluluğum köpeğim Pascal, (bir düşünürün kasvetli görünümüne sahip olduğu için verdim ona bu adı), birkaç ağaç, akbabalar ve zehirli meşe ağaçlarından ibaretti. Tek dostum, Emil White, birkaç kilometre uzakta yaşıyordu. Sıcak kükürt kaplıcaları beş kilometre aşağıdaydı. Benim bakış açımdan topluluğum orada son buluyordu.

Çok geçmeden yanıldığımı keşfettim tabii ki. Komşuların her taraftan gelmeye başlaması çok sürmedi -çalıların arasından çıkıveriyorlardı sanki- en ihtiyatlı ve makul öğütlerle birlikte ellerinde "yeni gelen" için hediyelerle. Ömrümde daha iyi komşularım olmadı! Allah vergisi anlayış ve nezaketlerine hayran olmamak elde değildi. Sadece onlara ihtiyaç duyduğunu hissettikleri zaman geliyorlardı. Kendimi bir kez daha insanı kendi haline bırakmayı bilen insanların arasında hissediyordum, Fransa'da hissettiğim gibi. Ve ne zaman istersen yemek yemek ya da muhabbet etmek için masalarına katılabilirdin.

Elinden hiçbir iş gelmeyen bir kent insanı olarak çok geçmeden bir şekilde komşularımın yardımına muhtaç kaldım. Bir şeyler sürekli ters gidiyor, bozuluyordu. Kendi başımın çaresine bakmak zorunda kalsaydım neler olabileceğini düşünmek bile istemiyorum! Neyse ki onların her zaman güleryüzlü ve içten yardımları ile kendi başımın çaresine bakmayı öğrendim; bir insana sunulabilecek en değerli armağan. Çok geçmeden komşularımın dost canlısı, yardımsever ve cömert olduklarını keşfetmekle kalmadım, kendimi budalalığımla sandığımdan çok daha zeki, bilgili ve kendilerine yeten insanlar olduklarını da keşfettim. Topluluk önceleri görünmez bir ağ iken yavaş yavaş somutlaştı, gerçek bir hal aldı. Hayatımda ilk kez sadece kendi çıkarlarını düşünmeyen insanların arasında buldum kendimi. Tuhaf ve yeni bir güven duygusu oluşmaya başladı bende, o güne dek bilmediğim bir duygu. Hatta konuklarıma Big Sur'da yaşayan birinin başına asla kötü bir şey gelemeyeceğini söyleyerek övünürdüm. Ama hemen ardından ihtiyatla eklerdim: "Ama önce iyi bir komşu olduğunu kanıtlamalısın!" Konuklarıma hitaben söylenmiş olmakla birlikte aslında kendime söylerdim bunu. Bazen misafirler gittikten sonra da bir nakarat gibi kendi kendime tekrarlardım. Büyük Kent'in cangıl yaşamından sonra kişinin "komşu" olabileceğini kavraması zaman alıyordu.

Burada bütün samimiyetimle ve suçluluk duymadan herhangi bir topluluğun övünebileceği en son komşu olduğumu itiraf etmeliyim. Bana bu kadar hoşgörü gösterilmesine de şaşıyorum açıkcası.

Bazen kendimi her şeyin o kadar dışında hissediyorum ki, dünyaya ancak çocuklarımın gözleri ile bakmaya çalışarak dönebiliyorum. Brooklyn'in Williamsburg olarak bilinen o sefil mahallesinde geçen muhteşem çocukluğumu düşünerek. O iğrenç sokaklar ve evlerle bu yörenin uçsuz bucaksız denizi ve dağları arasında bağlantı kurmaya çalışırım. İçi gübre dolu bir kovada kendine ziyafet çeken serçeleri ve tek tük güvercini saymazsak çocukluğumda hiç görmediğim kuşların üzerinde yoğunlaşırım. Bir kez olsun bir şahin, akbaba, bülbül ya da sinekkuşu görmedim çocukluğumda. Hep çatılarla ve korkunç baca dumanlarıyla paramparça o gökyüzünü düşünürüm. Güzel kokulardan yoksun, kurşun gibi ağır ve yanık kimyevi madde kokan havayı solurum bir kez daha. Derelerin ve ormanların çekiciliğinden habersiz sokaklarda oynadığımız oyunları düşünürüm. Kimi daha sonra ıslahaneye düşen küçük arkadaşlarımı düşünürüm, şefkatle. Her şeye rağmen iyi bir hayat yaşadım orada. Hatta harikulade. Bildiğim ilk "Cennet"ti o yoksul mahalle. Ve sonsuza dek gitmiş olsa bile, belleğimde yaşıyor.

Ama şimdi, ön bahçede oynayan çocuklarımı seyrederken; arkalarında beyaz köpüklü masmavi Pasifik, üstümüzde tembel tembel dönen devasa ve ürkütücü akbabalar, ağır ağır salınan kavak ağacı, ince uzun dalları her zamankinden daha sarkık, daha yeşil, daha yumuşak; havuzda bir kurbağa ötüyor ya da bir kuş sesleniyor çalıların arasından, birden dönüp cüce ağaçlardan birinde bir limonun olgunlaştığını ya da kamelyanın henüz açtığını fark ediyor ve çocuklarımı ölümsüz bir ortamda oynarken görüyorum.. ..ve biliyorum, unutmayacaklar, doğup büyüdükleri yeri asla unutmayacaklar. Yıllar sonra uzak kıyılardan doğup büyüdükleri yere dönüşlerini düşünüyorum. Büyük bir şefkat ve duygusallıkla o eski ve altın anılarda gezindiklerini hayal ediyorum. Dikerken bana yardım etmeye söz verdikleri, ama kendilerini oyuna kaptırdıkları için yardım etmedikleri o ağacı fark edecekler mi acaba? Onlar için inşa ettiğimiz küçük kulübenin önünde durup bir zamanlar oraya nasıl sığdıklarına şaşacaklar mı? Günlerimi geçirdiğim küçük çalışma odamın penceresini tıklatıp artık onlarla oynamaya gelip gelmeyeceğimi soracaklar mı yine? Yutmalarından endişe ettiğim için bahçeden toplayıp eve sakladığım misketleri bulacaklar mı? Ormanın içinden akan dereye gidip sabahları ormana girmeden önce yaptığımız hayali kahvaltıda kullandığımız tabakları ve tencereleri arayacaklar mı? Dağın yamacındaki keçi yolundan tepeye tırmanıp rüzgârda sallanan eski Trotter evini hayranlıkla seyredecekler mi? Anılarda bile olsa, Rose'lara koşup Harrydick'in kırık kılıcı tamir edip edemeyeceğini ya da Shanagolden'ın bir kavanoz reçel ödünç verip veremeyeceğini soracaklar mı?

Benim altın çocukluğumun her anısına karşılık onların bir düzine kıyaslanamayacak denli harikulade anısı olacak. Çünkü benim gibi küçük arkadaşları ile oyunlar oynayıp gizli serüvenler yaşamakla kalmıyorlar; masmavi gökyüzü, vadilerden görünmez ayaklarla tırmanan kurbağadan duvarlar, kışları zümrüt yeşili tepeler, yazları sıra sıra altın sarısı dağlar da onların. Dahası var, ormanın o kavranamaz sessizliği, Pasifik'in göz kamaştırıcı parlaklığı, güneşle yıkanmış günler, yıldızlarla bezenmiş geceler ve -"Hey, Baba, çabuk gel, aya bak, havuzun tam ortasında!" Ve komşuların ilgi ve sevgilerinin yanısıra, onlarla oynamaktansa zamanını beynini geliştirmek ya da iyi bir komşu olmaya çalışmakla geçiren budala bir baba. Mesleği sadece yazmak olan canı istediği zaman işini bırakıp çocukluğuna dönebilen babaya ne mutlu! Sabahtan akşama kadar iki sağlıklı ve doymak bilmeyen çocuk tarafından sıkboğaz edilen babaya ne mutlu! Kendini aptal yerine koysa da dünyaya tekrar çocuklarının gözünden bakmayı öğrenen babaya ne mutlu!

* * *

Henry Miller, Big Sur'dan, (Çeviri, Avi Pardo)

 

Kaynak: Parantez Yayınları