TiananMenian “Kaide bu! Kartalı çekiştirmezse eğer, bukalemunla tırtıl nasıl yarenlik eder.”

Bayan Arıza tarafından 25 - Şubat - 2011 tarihinde yazıldı.

"Kaide bu! Kartalı çekiştirmezse eğer, bukalemunla tırtıl nasıl yarenlik eder."

Edmond Rostand

Çınar Kıraathanesi

Mahallenin meydana açıldığı yol üzerindeydi Kürt Durmuş'un
kahvehanesi. Israrla maçları televizyonda yayınlayacak düzeneği
kurdurmamıştı, haftasonu radyonun sesini açarak avutuyordu milleti ama
at yarışı yayını akşam itibariyle ekranda yerini alıyordu çok şükür.
Sekiz on masa içeride, dört beş masa da kapı önündeki küçücük avluda
yer alırdı ve haftasonları oturacak masayı geçtim sandalye bile
bulunmazdı mekanda. Önceleri boya sandığıyla kahveye takılıp arada
kendini sevdiren ve herkese kabul ettiren Selami, daha sonra kadrolu
eleman olup çıraklığa terfi ettiğinden beri kahveyi üç kişi çekip
çevirmekteydi. Ocakcı Narkoz Nuri hemen hemen hiç konuşmamasıyla
meşhurdu ama akşam olup da içmeye başladığı zaman da durmak nedir
bilmezdi. Üstüne kafası iyice demini aldığında, dediklerine göre
güzelde cümbüş çalardı. Düğünlere falan gittiği de olurdu ara sıra
ortacı Çingene Ekrem'in bulduğu darbukacı tayfasıyla birlikte. Yalnız
çalarken kafasını hafif yukarı kaldırır ve öyle put gibi kalıp bakar
dururmuş uzaklara, Ekrem anlattı geçenlerde. O sırada Durmuş abimizin
mekanda olmamasından dolayı henüz yeni yıkanmış bir çay bardağının
Ekrem'i hedeflediğini ama zaten ezelden buna alışık ve hazır esmer
ortacımızın bir vücut çalımıyla kendini koruduğunu ve bardağın duvara
çarparak paramparça olduğunu da söylemekte fayda var. Selami ortalığı
süpürürken, Ekrem hem kahvehanenin ortasında yer alan beton kolonu
ocakla arasına siper edip hem de hala gülerek " Herkesin aradığı yeri
bulmuş abiler, ondan bakıyor oraya…" deyişini de eklemeden hikayemiz
demini almayacak elbette…

Her kahvehanenin iki tür müşterisi vardır, müdavimler ve yoldan
geçenler. Elbette müdavimlerin çayı en taze tarafından gelir.

Çingene Ekrem bardakları teker teker dağıtır ama masayı da gözden
geçirmeyi ihmal etmez. "Lan Selami! Küllükleri niye boşaltmıyon
köpoğlu, şımardın iyicene amına koyum" Selami diğer tarafta ama sesle
birlikte hareketleri hızlanıyor. Yanaşmamaya dikkat ediyor Ekrem'e,
çünkü köteği yemek işten değil o sıra. Ekrem masadan ayrılır ayrılmaz
küllükleri değiştiriyor. Ekrem kahvehanenin herşeyi. Hesaplar onda
toplanıyor, Durmuş abi göz açtırmıyor hiç, üstelik Nuri'ye marka
saydırıyor ama yine de " Adamını bulsam bir gün tutmam buralarda,
çalıyor şerefsiz…" demekten kendini alamıyor çok yakın sohbet
ortamlarında. Ekrem çok sıkı da kavga ediyor, hani ilk başta çelimsiz
vücuduna bakıp da gözüne kestirenin kavga sonrasında anası epeyce bir
ağlayacağı garanti neredeyse. Kıl olduğu müşterilere dakka başı çay
dayaması ise diğer marifetlerinden…

İçeri girdiğimde iki masa doluydu sadece, şu ara boşgezer tayfasından
Şeref ile Hasan'ın masasına selam vererek dümeni kırıyorum hemen. Daha
yanlarına oturur oturmaz, Hasan kağıttan kafasını bile kaldırmadan
sesleniyor.

"Lan Çingen çay ver Selim abine…"

"Çingene demeyecen oğlum, roman, roman…" karşılanıyor seslenişi
diğer taraftan.

Şeref atılıyor bu sefer,

"Roman oldun da götün göğe mi erdi pezevenk, bir çay da bana getir."

Selami'yi ekmek arası köfteye gönderip oyuna göz atıyorum. Çayları
getiriyor Ekrem, servisi bitirir bitirmez, Hasan'ın sağ tarafında
masada bıraktığı sigaraya uzanıp bir tane çekerek,

"Çek oradan bir keriz sigarası"

diyerek dudağına iliştiriyor, Hasan sesini çıkarmıyor. Bizimki
ardından çakmağa uzanıp,

"Yakalım enayi ateşiyle…" diye yapıştırıyor bu sefer.

Güle oynaya devam ediyorlar oyuna, yabancı yok masada. Köftenin
damlayan yağı pantolonuma düşüyor o sıra, peçeteyle siliyorum hemen…

Hacı ile Recep ortaklığının durumu iyi değil kağıt oyununda. El ha
bitti ha bitecek ve çaydan midesi burulan işsizler tayfasının cepleri
de düzülecek az sonra. Masaya kağıtlar atılırken parmakların hemen
üstündeki kemik aksamını da kadife çuhaya geçirmek adettendir nasılsa,
sertliği ve sesinin şiddeti ise oyunun heyecan katsayısını belirler.
Ben gazeteye yumulmuşum ama televizyonda üçüncü ayağın koşulacağı
anonsu yapılınca Hacı'nın sözleriyle birlikte diğerleri gibi ben de
televizyona bakıyorum.

"Çok sıkı tüyo aldım oğlum, bildiğin gibi değil, bu altılıda üç tekin
garantisi var…"

Bu arada oyunu yavaşlatıyor.

"Tabelayı da bulduk mu, paraları cepte bilin, son ayağa on at
yazmışım, kaçarı yok…"

Recep yüzünü buruşturdu,

"Tuttursan iyi olur Hacı, parti bizde kalırsa sonrasında sigaraya
ayıracak para kalmıyor."

Artık iki kumar birden dönüyor masada. Biz de heyecanlanıyoruz ufaktan
ufaktan. Nereden bulunur bu tüyo birader? O kadar sağlam madem,
kaynağı neden bu işten para tutma yoluna gitmez de sağa sola dağıtır?
At yarışının garantisi olur mu? Bu vatan sana kalır mı? türünden
sorular başımı ağrıtırken dilime kilit vurup hiçbir şey demiyorum orta
yere. Oyun tahmin edildiği gibi Hacı Recep ikilisine kalıyor ve artık
son sürat devam eden yarışa dijital takılıyoruz hep beraber.

Recep basıyor gaza,

"Yürü be oğlum, kim tutar seni be…"

Hacı dünden razı,

"Hey Yaradanın'a kurban olduğumun beygiri, rüzgar gibi mübarek!"

Derken kimsenin tutamadığı, rüzgar gibi, Yaradan'ına kurban olunan
beygir hakikaten birinci geliyor. Üçte üç. Kupona göz atıyorum, biri
tüyolu, tek geçilmiş, diğerine üç at yazılmış, son ayağa ise harbiden
on at döşenilmiş, üç teke rağmen yine de iyi para yatırmışlar, hele bu
yoklukta.

Az sonra ne kadar para alacaklarını hesaplayacaklar birinci gelen
atların ganyanlarına bakıp ve muhtemelen gerçekten bir kaç kat daha
fazla bir paranın hayaliyle yanacaklar son yarış bitene kadar, ama
şimdi ikisini üst üste yapıştırsan sigara alacak paraları yok. Olsun
kupon cepte ve umutları var. Recep ile Hacı ben bildim bileli beraber
takılırlar ve neredeyse yatakları hariç her yere birlikte giderler. Şu
ana kadar ikisinin birden aynı zamanlarda işte çalıştığı
görülmemiştir, ama asla vazgeçmezler, sürekli işlere girer çıkarlar…

Hesabı ödüyorlar, Ekrem müesseseden beş çay daha getiriyor masaya,
müdavimlerin bir ayrıcalığı da parti sonrası bedeva çaydır yaz bunu da
bir yere. Hadi rastgele…

Hacı ile Recep hesabı ödeyip kalktılar masadan. Şeref çayını
yudumlayarak bana döndü.

"Usta, ne oldu senin şu iş meselesi?"

Beklemiyordum hiç, huzursuzlandım,

"Aynı terane, başvuru formunu doldurduk, mülakata aldılar bir yarım
saat kadar, sonra biz sizi ararız muhabbetine sardı iş…"

Hasan'ın gözü hala televizyonda, bir yandan üst dudaklarını kemiriyor,
düşünceli,

"Selim abi, akşam kapanışa yakın kaveye gelsene, ufak yollu bir işimiz
var senle."

"Hayırdır?"

"Biz de şer ne arar abi, sen gel hele…"

"Bakarız!" dedim yine de temkini elden bırakmadan.

Bu sefer bana döndü,

"Abi sallama öyle bakarız felan, aleme akacağız bu gece, kıyısından
tutun sen de, fena mı olur?"

Alemlerin Rabbi'ne şükürler olsun alemlere akmışlığım yoktur şimdiye
kadar ama Hasan'ı tanırım. Zarar gelmeyeceğini de bilirim. Ediyorsa
bir kelam, arkasında kesinlikle benim adıma yaptığı bir hesabı vardır.
Kalkıp eve gidiyorum…

Gece yarısına çeyrek kala geliyorum kahvehaneye. Nuri yükünü almış
epeyce, az sonra bodruma inip tek kişilik yatağına gömülüp, ertesi
güne bırakacak kendini. Sadece içerek anlam bulan bir hayat,
içmeyenlerce anlaşılamaz ve anlaşılmayan bir hayat çelişkilerin
çocuğudur bir çoğuna göre. Asla değildir! Her hayatın kendi
hikayesinin sesi vardır, sadece frekansları farklıdır, sen duyarsın,
öbürüne kapı gıcırtısı gibi gelir, bir diğeri hayatının ritmini bu
müzikte yakalar, öbürü yanından yöresinden bile geçmez. Hayat sadece
bunlardan ibarettir vesaire, vesaire. Sanat yoktur, sanat aşkı,
aşağılık hayata duyulan nefretin burnu havada kılıksız soytarılığından
ibarettir. Oysa herşey Nuri ile başlar, Nuri yetmiş milyon
yitirilmişliğin alkol alan tek kazananıdır bu gece ve o tüm gün haram
yemeden, eşek yükü kadar ağır bir işte çalışıp yatağının yolunu tutan
tek adamdır. Ve hayat adına türetilen herşey hayatın karşısında ezik
ve tutuktur. Elbette diğer hayatları yargılayanlar kendi hayatlarının
köleleri olduğunun farkına varamayanlardır…

Bu tür düşüncelerle tam da felsefenin ebesini ağlatmak üzereyken
Durmuş abimiz hesabı kapatıp, hepimize selam vererek dışarı çıktı ve
mekanda ben, Hasan ve Ekrem'den başka kimse kalmadı. Ekrem kahveleri
getirdiğinde Hasan lafa girmişti bile.

"Hacıların altılısı elinde patlamış yine, tabelada on at yazmış
lavuklar, geriye sadece altı at var, şansa o altı attan biri birinci
gelmesin mi? Hırsından kuponu yiyecekti Recep, abi görmeliydin…"

Altılı da beş de kalanlar her daim iki ye tav olanlarca aşağılanırlar,
yaz bunu da bir yerlere.

"Hacı'ya söyle de beni bir görsün yarın…" dedim. "Kömür işi var
depoda, belki birlikte hallederiz"

"Tamam baba, bakarız…" dedi bu sefer.

"Ben dedim onlara, içki, kadın, kumar bitirir delikanlıyı amma…"
Çingene Ekrem bir yandan masaların üzerine sandalyeleri yerleştiriyor
diğer yandan bize laf yetiştiriyor.

"Geriye ne kaldı oğlum yav? Ufağı dolaba koydun değil mi sen akşam?"
diye karşıladı Hasan.

Demek ki hazırlık yapılmış akşamdan. Ekrem üç çay bardağı, üç su dolu
su bardağı, bir ufak şişe Yeni Rakı ve meze niyetine bir avuç
çekirdeği masaya getiriyor. Kapı kapalı ve Narkoz Nuri aşağıda
uykusunun en karanlık dibine vuralı bir yarım saat kadar olmuş o
ara…

"Eee Hasan? Nereye gideceğiz bu gece?"

"Bu gece mafyayla takılıyoruz abi…"

Rakıdan sıkı bir yudum aldım, ağzım, burnum, midem, beynim buruştu anında.

"Deme yav…"

"Dedim bile…"

"Eh ulan Hasan, akşam akşam ne hallere koydun bizi, ne işimiz olur
oğlum bizim mafyayla mufyayla?"

"Hele bir dinle sen, gelmek istemiyorsan yine gelme be abi…

Daha lafını bitirmeden cep telefonu çalıyor Hasan'ın, gözlerini
kısarak numaraya bakıyor önce, ekranda her ne gördüyse artık bir
ağırlık geliyor hareketlerine.

"Buyur Cabir abi?"

Şişe bitti bitecek, Çingen'le geri kalanı aramızda pay ediyoruz ve
bardağı kafasına diktiği gibi dükkanı toparlamaya kaldığı yerden devam
ediyor. Hasan, konuştuğu adam her ne diyorsa artık,

"Üç kişiyiz abi… Evet biliyorum orayı… Yarım saate kadar ordayız
abi…" diye diye kapatıyor telefonu.

"Çingen oğlum sana da iş çıktı, toparlanda gidelim."

"Ne işiymiş bu şimdi gecenin bu vaktinde?"

"Tahsilat oğlum, Cabir abiyle takılacağız Maltepe'de bir mekana girip
çıkacağız sadece…"

Ekrem son sandalyeyi de masa üstüne yerleştirirken kestirip attı.

"Ben gelmiyorum usta, siz bakın dalganıza. Yarın dükkanı erkenden açmam lazım"

"Gidinin tabansızı sen de, iki kuruş ta sen nasiplen diye söyledim
oğlum ben sana…" diye kışkırttı Hasan.

"Ya arıza çıkarsa n'olacak? Çoluğum var, çocuğum var, sen mi bakacak onlara?"

"Tamam lan tamam, sana söyleyende kabahat zaten, kapada gidelim artık,
yolda seni de eve bırakırız…"

Bardağı dipledim, sıcak bir şey boğazımı yaktı geçti sanki, yüzümü
buruşturdum ama renk vermedim, kepenklerin kapanmasına yardım edip
dükkanı kapadık. Hasan taksi çevirdi. Ekrem'i eve bırakıp devam ettik
biz..

"Baba, sadece görüntü vereceğiz biz, hiç bir şeye karışma, eğer
ortalık karışırsa da arkana bile bakmadan kaç…" diyor Hasan arka
koltuğa doğru bana dönerek.

"Allah biliyor ya hiç içime sinmiyor benim…"

"Öyle deme Selim abi, ekmeğimize bakalım biz!" "Arka sağlam Cabir
ağbide, Diyarbakırlı, lazlarla takılıyor şu ara, dediğim gibi
bizimkisi sadece şekil…"

Şoför o ara dikkat kesiliyor, Hasan toparlanıp lafı bağlıyor.
İhtiyaten varacağımız yerin bir iki sokak aşağısında iniyoruz
taksiden.

Maltepe sahile yakın çorbacının önünde oturup kahve içiyorlar Deli
Cabir namlı kabadayı ile yıllardır yanından ayrılmayan, gözünün biri
hafif sola kayık baktığı için Şaşı diye çağrılan adamı. Sarma sigara
içtiğine göre esrarla da arası iyi abimizin. Daha yanına gelir gelmez
haşlıyor Hasan'ı.

"Hani üç kişiydiniz lan?"

"Biri kayış attı son anda abi, ama Selim abi sağolsun kırmadı beni,
bizim mahalleden, eli dili sağlam, he mi de üniversiteli…"

Cabir kahveyi höpürdetip dik dik süzüyor beni.

"Makina var mı yanınızda?"

"Sizde vardır diye yanımıza almadık abi…"

Bıyıklarını tek eliyle alttan sıvazlayıp, adamına sesleniyor,

"Şaşı, içeri götürüp kütelendir şunları…"

Çorbacı hemen hemen boş, sarhoşun biri işkembeye yumulmuş sadece.
Salonu dikine geçip mutfağa açılan kapıdan yan tarafındaki ardiye
benzeri yere giriyoruz. Şaşı, iki tane tabanca çıkartıp mermi olup
olmadığını kontrol ettikten sonra elimize tutuşturuyor. Bir süre ne
yapacağımı bilemiyorum, sonra Hasan'ın hareketlerini taklit ederek
belime yerleştiriyorum.

Şaşı,

"Bişey olacandan değel, ihtiyaten…" diyor sadece.

Dışarı çıkıyoruz. Şaşı boş fincanı alıp içeri götürüyor, Cabir bir
sigara daha sarıyor önce. Ardından bana dönerek,

"Otur bakalım aslan…" diyor

Hafiften tersleniyorum,

"Aslan değil, sadece Selim!"

Hiç teklemiyor, hatta gülüyor hafiften,

"La Şaşı duydun mu? Aslan değelmiş, sadece Selim…"

Dalga mı geçiyor, hoşuna gitti de eğleniyor mu, anlayamadım bir türlü.
Elini 'herneyse' gibilerinden şöyle bir havada sallayıp, cigaralığı
yakıyor.

Hasan'a dönerek anlatmaya başladı.

"Hasan sen evvelinde gidip yer tutacaksın. Bir iki bira iç sadece,
ayarını kaçırma sakın. Dükkan karanlık olacak, şarkıcı, dansöz filan,
salonu tümüyle gören bir yere otur ve karıya kıza sakın bulaşma,
arbede çıkarsa ayakta kimi görüyorsan sık üstüne…"

Hasan başıyla tasdik etti, sağ eliyle de belini yokladı öylesine. Deli
Cabir bana döndü bu sefer, gözlerini hafif kısıyor konuşurken,
sigarayı daha söndürmeden yenisini sarıyor arada.

"Sen Şaşı abinle takıl, sakın yanından ayrılma, O ne derse o…"

Artık ortaya konuşuyor.

"Heç bişey olacağından değil, temkinli olmakta fayda var diye tüm
bunlar. Kurda akıl sabaha gaden gerek. İş bitince Hasan bizden on, on
beş dakika sonra dışarı çıkar ve burada görüşürüz, de hade sen get
bakem şimdi.."

Hasan fırladığı gibi uzaklaştı, Şaşı bir arabayla yanaştı çorbacının
önüne. Cabir abi arkaya oturdu, ben de öne geçtim.

Gece kulubü neon ışıklı ve kallavi ingilizce adıyla türdeşi
salaşhanelerin bir üst makamında konumlandırmış kendini. Bu işlerde
tarağı olmayanın asla ayak basmayacağı, yeni yetme veletlerin
manitalarını getiremeyecekleri bir yer olduğu kapıkulu iki yarmanın
giriş bölümünü sağlı sollu tutmalarından belli zaten. Otoparkçı
taksiyi teslim alıyor ve üçümüz Deli Cabir önde olmak üzere
ilerliyoruz kapıya doğru. Mafyasal hareketler üzerime ağırlık
çökertiyor. Bakışlarım daha keskin, kollarım yürürken biraz daha
kabarık kalkıp iniyor, ulan yıllardır yerimi arayıp duruyormuşum
meğer, aha işte tam da Baba filminden fırlamış beşinci dereceden
figüran eskisi gibiyken orta yere bir nara savurayım diyorum içimden
zevzeklenerek.

"Selamünaleyküm"

Selam alınıyor, belli ki Cabir buralarda epeyce tanınıyor, eller önde
kavuşturulmuş, hoşgeldin abiler falan karşılama sağlam.

"İsmail bizi bekliyordu…" diyor bu sefer,

"Tamam abi, buyur…" diyorlar ama diğer yandan da arama pozisyonu alıyorlar,

"Bekliyor dedik ya aslanım" diyor ve arada kısık gözüyle bana bakmayı
da ihmal etmiyor.

Bir müddet ne yapacaklarına karar veremiyorlar, Cabir ikisinin
arasından dalıyor içeri, arkasından biz de onu takip ediyoruz. Biraz
uzunca holü geçtikten sonra mekan geniş bir salona açılıyor ve ne
yalan söyleyeyim içerisi ekşimiş şarap veya sidik meni karışımı bir
şeyler kokuyor. Bir garson hemen karşılıyor bizi,

"Beni İsmail'e götür, gençlere de güzel bir masa ayarla…" diyor deli Cabir.

Oturuyoruz…

……..